TRİBÜNÜN HALLERİ

Fenerbahçeli taraftarlar geri pas yapan Cristian'ı, Bucaspor'un hemen hemen her tehlikesinde “Sol bek nerede?” dedirten Andre Santos'u yuhalamakta sakınca görmüyorlar.

NTV Spor 23 Kas 2010
TRİBÜNÜN HALLERİ

1988-89 sezonu Fenerbahçe'nin ligin gol rekorunu kırarak şampiyon olduğu sezon olarak futbol tarihimizdeki yerinde duruyor. 5 Şubat 1989'da oynanan maçta Fenerbahçe Kahramanmaraşspor'la oynarken ilk yarıda ikisi Rıdvan Dilmen, diğerleri de Aykut Kocaman ve Oğuz Çetin'in ayağından bulduğu 4 golle gitmişti soyunma odasına. İkinci yarıda başka gol bulamayınca takım 4-1'lik skora rağmen yuhalamalar ve ıslıklarla gitmişti soyunma odasına. Taraftar kızgındı. Takım niye durmuştu, daha çok atsaydı ya?

21 sene geçti üzerinden, bugün o zamanın stadından geriye kalan bir şey yok artık. Dört tribünü topyekün değişmiş, ağırlığı kombineli ve lisanslı ürünlü taraftarlar 52bine çıkmış kapasiteli Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nu dolduruyorlar. Ve geri pas yapan Cristian'ı, Bucaspor'un hemen hemen her tehlikesinde “Sol bek nerede?” dedirten Andre Santos'u yuhalamakta sakınca görmüyorlar.
Bursasporlu Ivan Ergic'in internette bulunabilecek bir yazısı var (ben şahsen Borges blog'da gördüm), bizzat kendi kaleme aldığı, futbolun endüstriyelleşmesi süreci içerisinde taraftarla oyuncuların arasındaki mesafenin nasıl sistematik olarak açıldığını anlatan bir yazısı var. Uzun uzun alıntı yapamayacağım yer darlığından dolayı ama bir iki cümleyi aktarmadan da olmayacak:

“...Futbolu ve sporu geniş anlamıyla bir metaya dönüştüren aşırı ticarileşme, oyuncuları taraftar
yabancılaştırma sürecinden başka bir şey değildir...”

“...Taraftar sporcuya normal bir insan gibi değil de, bir pazarlama sembolü gibi, cisimleştirebildiği bir hayal gibi bakıyor, ve ilişkisini böyle kuruyor...”

“...Taraftar da nihayet, bayağı bir müşteri olduğunun, bir tüketiciye indirgendiğinin bilincine vardı.

Oyuncular şımarık yıldızlarmış gibi davranırken, seyirciler de bilet paralarını ödemiş, birinci sınıf
maç bekleyen ve mümkünse şov da isteyen şımarık müşteriler gibi davranıyor...”

Fenerbahçe taraftarının Bilica'yı Eskişehir maçında, Santos ve Cristian'ı da Bucaspor maçında ıslıklayıp yuhalamasını bu yukarıdaki cümleler güzel özetliyor.

Taraftarla gönül verdiği takım ve camiaların arası hızla ve bilerek açılıyor. Kulüp yönetimleri artık gönül bağını, maddi fedakarlığı, gerçek takım sevgisini ikinci plana atmış durumda. Çünkü bunlar gelip giden şeyler, onların bakış açısına göre güvenilir değil. Onların ihtiyacı olan şey düzenli ve istikrarlı şekilde onlara maddi gelir sağlayacak kişilerin o koltukları işgal etmesi. Koltuk demişken sahi, eskiden statlarda koltuksuz tribünler olurdu değil mi? Hoş, bugün niye koltuk var o da belli değil, sanki oturarak maç seyredilebiliyormuş gibi statların çoğu yerinde...

Yukarıda alıntıladığım yerlerden üçüncüsü yuhalama ıslıklamayı neredeyse haklı çıkaracak hale getirmiş durumda. Normalde gönül verdiği takımın formasını giyen oyuncuyu kendi gözünden sakınan kitlenin yerini “O kadar para verdik, oynayın ulan!” diyenler almakta hızla.

Taraftarın tuttukları kulüplerin izlediği yolla ilgili söz hakkı hemen hemen hiç yok. Kulüplere üye olup kongrelerde tekil oylarıyla fark yaratmaya çalışmak ellerinden gelebilecek tek şey, ama onun bile bir maddi külfeti var artık. Sadece sanal platformlarda görüş bildirebiliyorlar ki, mevcut durumda onların da gürültü ve kalabalık içerisinde, haklı çıkma kültürü üzerine dayalı olması hem tatmin sağlamıyor hem de son noktada asıl amaca hizmet edemiyor, kulüpler üzerinde etkisi yok.

Geriye bir tek tribün kalıyor o zaman. Taraftarın oyuncuya, yönetime, basına değebildiği, dokunabildiği, hitap edebildiği tek yer iki haftada bir o 90 dakika. Zaten beğenmediği, medya gazıyla iyice bilendiği her ne varsa içindekini ortaya dökebileceği tek mecra stadyum. Bu hale getirilen taraftar zaman zaman dilinin ucuna kadar gelen şeyleri yutamaz hale gelebiliyor. Çirkin ama anlaşılabilir bir tepki.

Ama bunu salt futbolun endüstriyelleşmesiyle izah etmek de mümkün değil, çünkü yazının başındaki örneğin gerçekleştiği 80'lerin sonu 90'ların başında öyle bir endüstriyelleşme en azından ülkemiz sınırlarına pek uğramamıştı. O zaman neden?

Bunun bizdeki uzantısının, takım tutma isteğimizin temelindeki şey olduğunu düşünüyorum. Ağırlıklı olarak maçlar haricindeki sosyal hayatın sıkıntıları ve zorluklarından sıyrılma yeri olarak görülüyor stadyumlar hala. Sağlıklı değil ama gerçek de bu. Gündelik hayatında kendini birşeyler kazanmaktan çok uzak hissedenlerin kazanma hissini gerçek anlamda yaşayabildiğini hissettiği yegane ortam tribün hala pek çok taraftar için. Bu da taraftarlığı kazanma kültürünün üzerine yerleştiriyor.

Buna bir de kendi maddi zorlukları kendi belini iyice bükmüşken bir eli yağda, bir eli balda, haftada 5 gün 3-4 saat idman yapıp geri kalan zamanlarında son model arabaları ve manken sevgilileriyle o kulüp senin bu bar benim seken insanlar topluluğu şeklinde lanse edilen oyuncuların, sahada “Bitse de gitsek” modunda futbol oynuyor görüntüsü vermesi eklenince, olanlar oluyor. Daha çok gol, daha çok üstünlük, daha çok mutluluk isteyen adam, başka hiçbir yerde söylemesinin fark yaratmayacağı “Seni bu forma içerisinde görmek istemiyorum, defol git” tepkisini stadyumda dışa vurmakta sakınca görmüyor.

Yıllar ne kadar geçerse geçsin, biz biz olduğumuz sürece bu gerçeğin değişmesi için dönüşmesi gereken şey, futbol dünyasının çok çok dışında. Belki o zaman İngiltere'de küme düşmesi kesinleşmiş bir takımın son iç saha maçını kapalı gişe oynamasını ve taraftarın takımını alt kümeye alkışlarla uğurlamasını anlayabiliriz. Belki o zaman tutacağımız takımı seçtiğimiz yaşlardaki seçim kriterimiz, o dönemde en başarılı olan takımı seçmek olmaz da yaşadığımız şehrin, semtin takımı halini alabilir.