Buradayım

Cumartesi akşamı saat 6 civarı. Köfte ekmeğimi kemirerek Yoğurtçu Parkı’na varıyorum. Meireles’e verilen saçma sapan cezayla ilgili istişareler bitince “Ee, kadro nasıl” sorularını Twitter kurcalamaları takip ediyor.

NTV Spor 24 Ara 2012
Buradayım

Cumartesi akşamı saat 6 civarı. Köfte ekmeğimi kemirerek Yoğurtçu Parkı'na varıyorum. Meireles'e verilen saçma sapan cezayla ilgili istişareler bitince “Ee, kadro nasıl” sorularını Twitter kurcalamaları takip ediyor. “E güzel? Ofansif bir onbir” tespitlerini “Nihayet” serzenişleri izliyor. Çoğunluk memnun. Karabük'ün 5 kadro dışı başka maç öncesi olsa ne biçim isyan ederdik diyip gülüşüyoruz. “3-1 biter” diyorum. Skoru biliyorum, kazananı bilemiyorum.

 

Deplasmanda Galatasaray'ı aynı skorla mağlup eden Karabük'ün başa bela olma olasılığı, LuaLua'nın nasıl savunma perişan eden biri olduğu muhabbetleriyle stada gidiliyor.

 

Sonrası malum. “Şike şike” diye bağıracak kadar şirazeler kayıyor. Bunun yüzünden bir ara dışarı davet edilen Türk Telekom tribünü sakinlerinin önce “Dışarda Allah'a emanet olun” nidaları, sonra da demirleri aşarak Fenerium üste girmeye başlamalarıyla hiç yapmadığım şeyi yapıp mecburen maç bitmeden çıkıyorum.

 

Stadda olan bitenin içinde pek çok çirkin şey var. Fenerbahçeli futbolcuların sahada oynadığı (daha doğrusu “oynamadığı”) futbol ilk üçe girer. Parktayken ideal gözüken onbirin ciddi şekilde yalan olması, içerik olarak ofansif olmanın gerçeğe her zaman dönüşemeyeceği gerçeği yüzlere çarpılıyor. İddiasız maçlarda bir şekilde kendini gösteren Krasic kayboluyor örneğin. Taraftarın gözüne bir türlü giremeyip kendini Kasımpaşa'da bulan Özer Hurmacı'dan tek farkı futbol şansıyla bulduğu gollerle başladığı faal Fenerbahçe kariyeri olan Sezer Öztürk'e sahadaki tek topun yetmemesi gerçeği. Basit oynamayı zûl gören kafanın demode ve deforme yansımaları. Gittikçe taşan sabır. Volkan'ın önlenemez formsuzluğuyla yediği tuhaf goller, o gollere seyirci kalan her topta paspas olan savunma merkezi. Ne hücum ne savunma yapabilen bekler. Kariyeri sayfalar tutacak isimlerin sıkıştıkları her yerde topu Salih çocuğa verme kolaycılığı. Saymasam olmaz mı?

 

Velhasıl, üçüncü golden sonra, artık gelmesi kaçınılmaz olan istifa çağrıları. Okul Açık'tan başlıyor, stadın her yerine sirayet ediyor. Tepkidir, hemen her tepki gibi, üslubunca olduğu sürece haklıdır da. Anormal koşullar altında geçen 1.5 sezon, bunun en çok mağduru olan da tribündekiler. Hep yutulan şeyler, hep ertelenen tepkiler. Hasbel kader saha içi tamamen dibe vurduğunda tutulamaz hale geliyor ve patlıyor. Bir şeyi lafla anlatmayı sevmeyen, onun yerine yumruk, kafa ve tekme tercih eden yurdum insanı, tribünlerde “kendini ifade etmeye” başlıyor, işin suyu çıkıyor.

 

Maç sonu beklenen şey oluyor ve Aykut Kocaman epeydir cebinde gezdirdiği istifasını açıklıyor. Başkanı ise istifa konusunda epeyi uzman, “Kabul etmiyoruz” diyor. Sahada zerre çaba sarfetmeyen futbolcular Samandıra'ya koşuyorlar hocalarını iknaya. “Sahada koşsaydınız Samandıra'ya koşacağınıza” diyenlere kızamayıp acı acı gülümsüyorsunuz. “Tanıdığım Kocaman geri adım atmaz, vazgeçmez” diyoruz, olasıdır ki yanılıyoruz.

 

Künyesi bozuk geldi göreve. Kim ne derse desin. Çok yakın zamana kadar ciltletilebilecek özgeçmişe sahip adamları çerez niyetine tüketen camiada Daum gibi bir cambazın tepesine konarak renklerine dönmek riskti. Bile bile aldı, “Belki bir şeyler değişir” diye. Aklındaki oydu çünkü, oyuna, sahaya bakışı hayata bakışı gibiydi; bozuk çarpık çok şey var, belki bir iki tanesini düzeltebilirim.

 

Bunun için gerekli tevazunun fazlası vardı. İçten pazarlıklılıkla karıştırıldı. Pek çok şeyi kendisinden daha öne koydu, tribüne oynamadı, kendisini yakmak pahasına çok kereler başkalarının on kere, yüz kere söyleyeceği şeyleri söylemedi. Söylediği pek çok şey, onları asıl söylemesi beklenenlerin yokluğunda o tribünlerin derinine işlese de yetmedi, yetemezdi de. Bu ülke o ülke değildi.

 

“Emre ve Alex'i gönderen adam” oldu. İki kez fiilen saldıran oyuncuyu takım menfaati gözetip takımda tutan, gittikten sonra bile arkasından konuşmayan adam “gönderen” oldu, sözleşmesi bitince giden oyuncu için. Yerine istediği adamları bir türlü bitiremeyen yönetim değil, o oldu suçlusu.

 

Topyekün içine edilen bir iletişim kabızlığı sonrası kadro dışı bıraktığı takımın efsanesi “Ben bir de başkana sorayım” deme cüreti gösterirken, o bunu diyenin heykelinin açılışındaydı birkaç gün öncesinde.

 

Duruşu, ifadesizliği, dışa yansıtmamayı seçtiği heyecanının verdiği donukluk karşı figürlerinde hep aksiyle yer aldı. Abartılı el kol hareketleri, biraz daha abartılsa surattan fiilen yere düşecekmiş gibi duran mimikler, sözde üstü kapalı sözel küçümsemeler.

 

Bütün bunların yokluğu Aykut Kocaman'ı herhangi işyerinde olasıdır ki yan yana çalıştığınız ve her terfide hep hakkı yeniliyormuş gibi hissettiğiniz adamlardan biri gibi yapmıyor mu? “Satışı yok”. Devir ise satış devri. Az iş yapanın, çok kaytaranın fazla mesai saatlerinde müdür katlarında gezip “Buradayım” dediği devir. Çok işi az zamanda kalitesiz yapanın, az işi çok zamanda kusursuz yapana tercih edildiği devir. Yüzyüze canım cicimleri dilinden düşürmeyip, sırtını döner dönmez suratıyla çemkirenlerin hızla yükseldiği devir. Kendi mutluluğunu diğerlerinin mutluluğu karşısında değersiz görüp ikinci plana atanların her daim mutsuz olduğu, mutsuz kaldığı devir. Takım arkadaşını evire çevire dövenin hiçbir şey olmamış gibi işine devam etmesinin yöneticilik açısından “iyi örnek” olarak sunulduğu, buna karşın kendisine şişe fırlatanın sessizce gönderilmesinin senin boynuna ilmek olduğu devir. Senin bunu dile getirmemiş olmanın, o gün tribünde seni protesto edenlerin o ismi slogan olarak kullanmasına yol açacak pervasızlıkta bir devir.

 

Devir bu devir velhasıl. Fenerbahçe taraftarı Aykut Kocaman'ı neresinden tutacağını hiç bilemedi. Yapmak istediği şeyleri anlayan, ona empati yapıp onun yerine onun meramını anlatan pek az kişinin pek çok söylediği şeyleri kendisi söylemedi. Yaptığı işin kendisi adına konuşmasını tercih etti. Olmadı. Yaptığı işin sahadaki yansıması onun kendini ifade etmek istediği şekli almadı. Ya o yapamadı, ya sahadakiler beceremediler.

 

Sahada aksayan onlarca şey, geride kalan bir senenin onun vücudunda somutlaşan ideal lider pozisyonunu kulübede gösteremiyor olmasına dönüştü. Kafası karışık, senkronu bir türlü tutmayan, görev tanımlarıyla hareket eden bir hocanın takımı olma hüviyetinden çok uzak bir futbol gerçekliği sunan futbolcular Karabük maçından sonra birbirlerine bakıp “Sahada ne oldu yahu?” sorusuna ne cevap verebildiler? Nasıl bir çözüm bulma umudu yeşerttiler ki, sahada bilfiil imha ettikleri hocalarını ikna etmek için işe koyuldular, bunu bilmem mümkün değil. Açıkcası, bunun tersinir, çözümlenebilir, düzeltilebilir bir durum olduğundan da emin değilim. Belki bu yüzdendir, çocukluğumdan beli delicesine hayranı olduğum bu adamın bu devirde, bu düzen içerisinde, bu yüzsüzlüklere, tahammülsüzlüklere, gözü dönmüşlüklere daha çok maruz kalmamak adına istifasını geri almamasını için için umut ediyorum.

 

…sonra bir tweet düşüyor ekranıma şöyle diyor:

 

“Siyaset Aziz Yıldırım'ın taraftar üzerindeki gücünü kaybetmesini bekliyor. Kaybedince süreç daha hızlı işleyecek”

 

Donuyorum. Kocaman çerçeveden çıkar çıkmaz kurulan cümlenin soğukluğu karşısında donmak kelimesi bile epeyi harlı kalıyor hatta. Daha resmiyete dökülmemiş bir istifa ve o istifayı getiren tribün tepkisi Baransu gibilerde böyle bir ağız sulanmasına yol açıyorsa, haddine düşmeden “Dayan be” diyesi geliyor insanın. “Sen dayan be, bak ben de buradayım…”