Cem Akdağ ile dobra dobra

Cem Akdağ, Gökçe Başaran'ın sorularını yanıtladı

NTV Spor 23.06.2010 - 12:01
Cem Akdağ ile dobra dobra

Gökçe BAŞARAN - Galatasaray'ın en zor döneminde takımın başına geçen Cem Akdağ, bir kez daha Galatasaray camiasına ismini altın harflerle yazdırdı. Herkesin umudunu kestiği dönemde takımı aldı ve sihirli değneğini dokundurarak, takımı ligde tuttu. Biz de bu özel ve cesur insanla Galatasaray ve Türk basketbolu hakkında söyleşi yaptık.

Antrenörlük kariyerinizden bahsedebilir misiniz?

Antrenörlük kariyerime resmi olarak 1982 yılında Galatasaray minik takımında başladım. Daha sonra Eczacıbaşı altyapı antrenörlüğü yaptım.  Ayrıca aynı senelerde Yıldız Milli takım ve Genç Milli takımlarda antrenörlük yaptım. Daha sonra Galatasaray da alt yapı koordinatörlüğüne getirildim.  Bir çok  kez Genç ve Yıldız Milli Takımla Avrupa şampiyonalarına katıldım. Daha sonra erkekler birinci liginde Galatasaray da yardımcı koç olarak görev aldım. Ayrıldıktan sonra Beşiktaş takımında baş antrenör oldum. Kısa bir dönem Karşıyaka'ya da koçluk yaptım. Daha sonra tekrar Galatasaray erkek takımında yardımcı antrenörü olarak döndüm. Aynı yılın sonunda kadın basketboluna geçtim ve Brisa takımında 3 sene süren bir tecrübem oldu, Brisa takımında ki görevimin son senesinde Kadın A Milli takımında baş antrenörlüğe getirildim ve uzun süre, sanırım sekiz- dokuz yıl süresince Milli takımda koçluk yaptım. Milli takımda ki son senemde Galatasaray Kadın takımından teklif geldi ve orada antrenörlük yaptım. Ancak ikinci senenin ortasında kendi isteğimle ayrıldım. Bu sene erkek basketboluna geri döndüm ve Galatasaray'da baş antrenörlük yaptım.Bu arada, hem kadın hem erkek milli takımlarında baş antrenör olarak sanırım 350 küsur maça çıktım.

Galatasaray Cafe Crown'ın en zor döneminde takımın başına geçtiniz. Takımın başına geliş hikayenizi anlatır mısınız?

Galatasaray'a geliş hikayem şöyle oldu: Yurtdışındaydım, o sırada eskiden beri dostluğumuz olan Nur Gencer beni telefonla aradı. Galatasaray'a gelmemi teklif etti. Bende, önce görüşmemiz gerektiğini çünkü bir sene önce Galatasaray'dan ayrıldığımı hatırlattım. Nur Gencer'de bunu kabul etti ve benim dönmemi bekleyeceğini söyledi. Daha sonra sanırım şartlar gereği dönmemi beklemeden antrenör olduğum ilan edildi. Gerçi biraz emrivaki oldu ama ben döndükten sonra her hangi bir sorun yaşamadan hemen görevime başladım.

Bu sıkıntılı dönemde oyuncular nasıl motive edildi?

Aslında Nur Gencer'in gidişiyle ortalık çok karışmıştı. O dönem işimiz gerçekten çok zormuş. Artık takımın pivotu ve kazanılan Fenerbahçe Ülker maçının kahramanı Cemal Nalga ve Simas Jasaitis'in yedeği Tufan Ersöz yoktu. Basında sürekli olarak bizim 1.ligde kalmamızın imkânsız olduğu yazılıyordu. Malum olaydan sonra kulüpte basketbolla ilgili yönetici kalmamıştı, yabancı oyuncular artık yöneticilerin sözlerine güvenmiyorlardı. Bir defasında futbol şubesinden bir yönetici antrenmanımıza gelerek oyunculara yönetimin bana güvendiğini söylemek zorunda kalmıştı. Bu dönemde ben tüm oyuncularla tek tek görüşmeler yapmaya başladım. Bu görüşmelerin sonucunda düşüncelerini ve bulundukları pozisyonu anlamaya çalıştım. Aldığım izlenime göre alınacak iki üç mağlubiyet sonrası bazı oyuncular ayrılmaya yakındılar.Yaptığımız toplantılarda kendilerine ufak tefek değişiklikler yerine bir konsept değişikliği yapacağımızı ve onları mutlu edecek bir oyun sistemi uygulayacağımızı anlattım, şansımızın da yardımıyla ilk maçlarda iyi sonuçlar alınca her şey yoluna girmeye başladı. O bölümü böyle atlattık ama tam düzlüğe çıktık derken, yani ligin sonlarına doğru,Türk oyuncularda gerilim ortaya çıkmaya başladı. Sürekli kazanmamıza rağmen halen düşme tehlikesi yaşamamız bazı oyuncuların sinirlerini bozmaya başladı. Buna rağmen son maçlarda toparlanarak ligde kalmayı başardık.

Galatasaray taraftarının takım üstünde ki etkisi nasıldı?

İşler iyi gittikçe taraftarın playoff beklentisi artıyordu. Bunu çok doğal karşılıyorum, normal şartlarda gelişen bir lig olsaydı belki lig şampiyonu bile olabilirdik. Çünkü Efes Pilsen ile eşleşme durumumuz vardı ve Efes ile play-offlara 0-0 başlayacaktık ve yine o muhteşem taraftar arkamızda olacaktı. Ama Maalesef olmadı. Aslında o kadar ilginç maçlar oldu ki, bir yabancıya anlatsanız size inanmaz. 16 takımlı ligde 9. oluyorsunuz, bir puan fazla olsa playoffa giriyorsunuz ama bir puan eksik olsa küme düşüyorsunuz. Bu kadar garip bir lig yaşadık. Bu arada taraftarında pozitif katkısını ve bizimle bütünleşmesini unutmamak lazım, açıkçası onlarla birlikte coştuk diyebilirim. Özellikle bunu İstanbul'da ki  Efes Pilsen ve Beşiktaş Cola Turka maçlarında hissettik.

Bu dönemde lige konsantre olmuşken Eurocup oynamak takımı nasıl etkiledi?

Öncelikli hedefimiz ligde kalmaktı ve bu organizasyonu da esas amacımız için kullanmaya çalıştık. Aslında diğer Türk takımlarına baktığımızda, 2.tura kalmamız da küçümsenecek bir başarı değil. Bence olay ritim meselesi. Çarşamba ve Cumartesi günü arka arkaya maç yapmak bu ritme alıştıktan sonra çok yararlı oluyordu. Ama en büyük korku sakatlık korkusuydu. Bu yoğun tempo içinde eğer sakatlık olursa ,dar bir kadro olduğu için bazı sıkıntılar yaşıyorsun. Bizde böyle sakatlıklar bir iki kere oldu, etkilerini gördük. Ama netice olarak Eurocup'ın artıları çok fazla oldu. Kendimizi sınama imkânını bulduk. Valencia gibi daha sonra kupayı kazanana bir takıma, kendi evinde hakemlerin son dakikada haksız kararları yüzünden mağlup olduk. Sonuçta şampiyon olan takımı yenme noktasına geldik. Bu da oyuncularda özgüven yarattı ve bu avantaj olarak hanemize döndü.

Siz  ve ekibiniz takımın başına geçtiğiniz Pınar Karşıyaka maçından, sezon sonuna kadar Galatasaray Cafe Crown Türkiye liginde oynadığı 24 maçın 17'sini kazandı. Bunu nasıl başardınız?

Her maçı kazanma zorunluluğu, motivasyonun en yukarıda olmasını sağladı. Zaten benim bunu oyunculara tekrar etmeme gerek yoktu, oyuncuların kafasının köşesinde vardı. Ama benim burada ki inancım; her maça hazırlanırken ve her maça çıkmadan önce özellikle,” bu maçın bizim için en önemli maç olduğunu düşünmektir” . Dolayısıyla her maça hazırlandık ve tüm maçlarda da bu performansı gösterdik. Oyuncularımızın büyük gayretleri, staffın inanılmaz uyumu, bunu sağlayan etkenlerdi. Şunu da söylemekte yarar görüyorum, staff derken işe başladığımız günden lig sonuna kadar birlikte olduğum ekibi kastediyorum. İdareci ve yöneticilerimize baktığımızda, başımızda ki şube kaptanları sürekli olarak değişti, tam beş tane şube kaptanı değişti. Sürekliliği olan sadece ben, yardımcı antrenörlerim, Cihansever Yeşildağ ve Tolga Başer, kondisyonerimiz  Semih Eroğlu ve diğer staff üyeleriydi. Dolayısıyla bu ekibin büyük katkılarıyla bu işleri yaptık ve alnımızın akıyla çıktık.

Galatasaray Cafe Crown sezon genelinde çok kritik maçlar kazandı. Ama en önemlisi Beşiktaş Cola Turka maçı idi. İlk periodu 36-18 geride kapayan bir takım, maçı 11 sayı farkla kazanmayı başardı. Bu maçın öyküsünü anlatır mısınız?

Bir maç önce Türk Telekom'a kaybettik ve bu maçta Darius Washington,Fatih Solak sakatlıkları nedeniyle  oynamamıştı. Caner Topaloğlu'nu da sakat sakat oynatmak zorunda kaldık. Ciddi bir demoralizasyon söz konusuydu. Fakat biz geçmiş maçı düşünmeden bu maç için elimizden gelen hazırlığı yaptık. Bence bu maçı en özel kılan tarafı Darius Washington'ın pozisyonudur. Çünkü maçtan önce ciddi bir idari hata yapıldı. Bize sakat olduğu ve oynayamayacağı söylendi. Üç maçımız kaldığı için bu maçta riske etmek istemiyorduk. Fakat kendisini  ısrarla iyi hissettiğini söylüyordu. Çok büyük bir tesadüf eseri, kondisyonerimiz Semih Eroğlu başka bir doktora gidilmesini sağlamış. Masörümüz de o doktora gidip, Mr'ı göstermiş. Doktor, bu sakatlığın Darius'un oynamasında mani olmayacağını ve sakatlığında da artma ihtimali olmadığını söylemiş. Neticede Darius'ta isteyince oynatmaya karar verdim. Şimdi düşünüyorum da Dariusu oynatmasaydım ve böyle bir hata yüzünden küme düşseydik, derdimizi kimseye anlatamazdık. Bu arada Darius'un Telekom maçında oynamaması ve dokuz gün boyunca antrenman yapmaması durumu daha da vahim hale getiriyor.

Takım maça çok kötü başlayınca hemen Darius'u oyuna sokma ihtiyacı hissettim. İlk girdiğinde fazla katkı yapamadı ama en azından bize sahada kalabileceğini gösterdi. Devrede yanıma topallayarak geldi ben bayağı korktum ne oldu diye sordum bana antrenman yapmadığı için bacaklarının ağrıdığını söyleyince rahatladım, zaten daha sonra izlediğimde TV de yorumcu Dariusun sakatlığının devam ettiğini sanıyormuş.Farkı üçüncü periyotta kapattık ve sonunda galip geldik. Burada değinmek istediğim şu: ben genellikle bu tip arada normal olmayan farklar varken , oyunculara bunun böyle devam etmeyeceğini, bu olayın istatistikle alakalı bir durum olduğunu netice olarak rakip takımın ve bizim takımın şut yüzdelerinin her an normale döneceğini  hatırlatırım ve oyuncuların o maç için çalıştığımız şeyleri uygulamasını söylerim. Aynı şeyleri bu maçta da söyledim ve olay beklediğimiz gibi gerçekleşti.. Hatırlayabildiğim kadarıyla bu maçta ,savunmada yaptığımız bir takım varyasyonlar işimize çok yaradı. Bu arada söylemek istediğim başka bir şey daha var. Geçtiğimiz sezon bazen, 20 sayı öndeyken farkın kapanması veya 15 sayı öne geçtikten sonra farkın inmesine nasıl mani olunmadı gibi eleştiriler oldu. Bizim oynadığımız ya da Beşiktaş Cola Turka'nın oynadığı basketbolda bunlar gayet normal. NBA dahil bu dünyanın her yerinde böyle. Yanılmıyorsam iki yıl önce oynanan Euroleague finalinde Cska Moskova-Panathinaikos maçında  da aynı şey cereyan etmişti.CSKA  20 sayı geriden geldi farkı kapadı ama maçı kazanamadı. Burada antrenörü eleştirmeden önce, oynanan basketbolun temposuna ve takımların oyun stiline bakmak lazım.

Özellikle sezon genelinde en istikrarlı oyuncuların başında Evren Büker geliyordu. Evren için düşünceleriniz nedir? Takımdan ayrılmasına şaşırdınız mı?

Öncelikle son soruna cevap vereyim, Evren Büker'in takımdan ayrılması beni çok şaşırttı. Bildiğiniz gibi başlangıçta bana bu sezon için transfer teklifi yapılmıştı. Ve bende takım kurmak için çalışmalara başlamıştım, o dönemde ben,  idarecilerden hemen Evren ile anlaşma yapılmasını istedim. Türk oyuncular arasında muhakkak kalmasını istediğim oyuncu Evren Büker'di. Bence bu çok ciddi bir idari hata. Çünkü biliyorsunuz bugün A Milli takımda oynayan yıldız bir oyuncuyu almak ne kadar zor, zaten elimizde olan bir oyuncuyu kaybetmemiz beni gerçekten çok üzdü. Ama Evrenle ilgili söyleyeceğim şu; bizim uyguladığımız oyun tarzında oyunculara özgürlük veriyoruz. Eğer oyuncular agresif yapıda ve koşabilen oyuncularsa bu oyun sistemin içinde kendilerini rahat rahat gösterebilme imkanı buluyorlar. Evren'de de potansiyel olarak böyle bir yapı var. Zaten daha sonra eski antrenörü Okan Çevik'le görüştüğümde, Okan'da bana  “ben Evreni bu kadar fazla bir numarada kullanmazdım  dedi”  Bu durumda da Evrenin ön plana çıkması zor olurdu. Ama bu tarzın içinde Evren kendine iyi bir yer edindi. Netice olarak çok başarılı bir sezon geçirdi. Bu durumda hem Galatasaray hem de Evren kazançlı çıktı. Bir numara pozisyonunu ne kadar iyi oynayabileceğini herkese gösterdi. Bazı antrenör arkadaşlarım, bana baskı karşısında oynayabiliyor mu? Diye soruyorlardı. Evren, antrenmanlarda Darius ile eşleştiği zamanlarda bile kolaylıkla top getirebiliyor ve oyunu kurabiliyordu. Bu transferin onun için hayırlı olmasını diliyorum, her şeyden önce çok efendi, iyi bir sporcu ,iyi bir insan. Umarım her şey istediği gibi olur.

Galatasaray Cafe Crown ile sezon sonu bittiğinde tekrar anlaşacağınız konuşuluyordu. O dönemde neler oldu? Galatasaray camiasına kırgın mısınız?

Kesinlikle kırgın değilim, ayrıca bu benim Galatasaray'da ilk kez yaşadığım bir olay değil. Tabii bazı ayrılışlarım biraz daha üzücü olmuştur, bu da onlardan bir tanesiydi. Tekrar ediyorum, farklı kategorilerde farklı yöneticiler varken, buna çok benzeyen durumlarla karşılaştım. Dolayısıyla kırgınlığım söz konusu değil. Bu olayın tek üzücü yanı; önce sezon başında bana bir teklif yapılması ve iş imza aşamasına gelince, bana yeni bir antrenörle anlaştıklarını bildirmeleri oldu.

Hem Kadın Milli takımında hem Galatasaray Kadın ve Erkek takımlarında göze hoş gelen bir basketbol oynattınız. Bu bağlamda basketbol felsefenizden bahsedebilir misiniz?

Bugün artık bütün dünya yüksek tempo ile basketbol oynamaya başladı. Hangi üst seviye organizasyonları izlerseniz izleyin; görmüş olduğunuz olay tam sahadan agresif savunmalar, top ele geçtikten sonra mümkün olduğu kadar süratli tempo... Zaten siz tempoyu yükseltmezseniz, artık agresif ve sert savunmalar sizin oynamanıza izin vermiyor. Neredeyse tüm dünya bu basketbolu oynuyor. En yakın örneği Fenerbahçe Ülker-Efes Pilsen serisi. Baktığınızda Ömer Onan'ın yaptığı baskılı savunma ilk gördüğünüz şey. Geçen sene oynanan İspanya-Sırbistan maçında ilk göze çarpan şey maçın başından sonuna kadar Ricky Rubio'ya yapılan baskı. Topa yapılan baskı ve ondan sonra topun el değiştirmemesi için yapılan inanılmaz top aldırmama müdafaaları. Bu da bize savunmanın artık maçın başından sonuna kadar tüm sahaya yayıldığını gösteriyor. Hücumda ise genlikle maçın sonunda yapılan preslerden kapılan toplarla atılan fast breakleri artık maçın başından itibaren görebiliyoruz. Benim uygulamaya çalıştığım sistem de bununla alakalı. Maçın başından sonuna kadar, sanki son 3 dakikaya 10 sayı mağlup giren bir takım gibi oynamak. Birçok takım bunu uygulamaya çalışıyor. Ama çok önemli zorlukları var. Bu sistemi uygulamak için elinizde koşabilen,atletik ve agresif oyuncular  olması lazım. Belki bu özelliklere sahip oyucular bulabilirsiniz ama hem bu özelliklere sahip hem de tecrübeli oyuncu bulabilmeniz çok zor. Tecrübeli oyuncular daha uzun süre almak için çok koşmak veya çok agresif olmaktan kaçınıyorlar. Ancak büyük başarılara ulaşmak için de tecrübe çok önemli. Bu özelliklere sahip oyuncular bulduğunuzda, bu sistemi her seviyede rahatlıkla uygulayabilirsiniz. Geçtiğimiz sezon Radoslav Rancik, Mike Wilkinson, Simas Jasaitis hem tecrübeli hem agresif oyunculardı.

Klasik sistemde, düşük bütçeli takımlar, büyük bütçeli takımları yenebilir ama geçemez. Doğru seçilmiş oyuncularla, bahsettiğim yüksek tempolu sistemi uyguladığınız takdirde seyirci ile bütünleşmeyi de başarırsanız küçük bütçe ile büyük bütçeli takımları, sadece yenmek değil geçebilirsiniz de. Geçtiğimiz sezon bizim buna çok yaklaştığımızı düşünüyorum.

Hem kadın takımlarımızı hem de erkek takımlarımızı çalıştırmış biri olarak lig ve oyuncu yapısı olarak aralarında ki farklar nelerdir?

Çok büyük farklılıklar var. Mesela Erkeklerde Türkiye'ye Kobe Bryant'ı getirmeniz imkansız. Kadınlarda ise WNBA'in Kobe Bryant'ını Türkiye'ye getirebiliyorsunuz. Ama Türkiye'de WNBA yıldızının yanında oynayan oyuncular Olimpiyat şampiyonu olan Rus Milli takımı oyuncuları değil ve siz o oyuncuların bir uyum içinde oynamasını bekliyorsunuz. Teknik anlamda pek bir sorun olmasa bile yıldız oyuncunun egosu bu uyuma kolay izin vermez. Bence, başka branşlarda yöneticilerin çok sık yaptığı hataya, bu defada kadın basketbolunda da düşülüyor. Yöneticiler hemen başarıyı yakalamak için bu tip oyunculara büyük paralar veriyorlar. Ama takım kimyası, uyum , sistem akıllarına bile gelmiyor.

Bayanlarla ilgili son bir şey söyleyeyim. Bence ülkemiz için en uygun model Fransız kadın ligidir. Fransa'da mükemmel bir lig oynanıyor. Yabancı oyuncular, düşük ücretlere razı oluyorlar kıran kırana bir mücadele var. Çok sivrilmemiş oyunculara rağmen Fransız takımları Euroleauge de final foura kalabiliyor. Milli takımları Avrupa Şampiyonu olabiliyor. Demek ki dengeyi tutturduğunuz zaman çok fazla para harcamaya gerek yok. Sizin bütçenizin beşte birine, iyi bir organizasyon yaptığınız takdirde final foura kalabiliyorsunuz. Bu kadınlar için çok daha mümkün. Ama bu inanılmaz ücretler ödenmeye başlayınca, sanırım Avrupa'da herkes bize yeni Rusya gibi bakmaya başlamıştır. İşin en kötü tarafı da , bütçeler bu kadar büyüyünce  yöneticiler teknik konulara girmeye başlıyor ve bu durumda da kadın basketboluna hayatını vermiş birçok insan yutulup gidiyor. Diğer üzüldüğüm nokta ise, elimizde bu kadar kaliteli antrenörlerimiz varken bu branşta da yabancı koçlar gelmeye başlaması.

Beko basketbol ligimizin kalitesi için neler düşünüyorsunuz?

Bana göre bu işin ölçüsü şu, Ülkelerin Euroleague'de ki hem oyuncu hem takım miktarlarına bakmak gerekli. Türkiye'de bugün iki tane takımla orada temsil ediliyorsa, demek ki oldukça iyi bir seviyemiz var.

Tecrübeli bir antrenör olarak Türkiye'de ki altyapı sistemini nasıl buluyorsunuz?

Erkeklerde son olarak Gençler Türkiye şampiyonasına gittim ve orada seyretme imkânı buldum. Çok enteresan bir şey gözlemledim. Herkes şampiyon olmak için takım kuruyor,, eskisi gibi ileride oyuncu olma ihtimali olan oyuncular yerine,pozisyonu için  fiziği uygun olmayan oyuncularla oynuyorlar.Buna büyük takımlarda dahil olmuş. Her pozisyonda tüm oyuncuların ileride iyi basketbolcular olmasını bekleyemezsiniz. Çünkü bir basketbol takımında aynı sene beş tane genç oyuncu A takımına geçemez. Bunun tek örneği rahmetli Aydan Siyavuş'un Kadiköyspor'udur. Genç takımı önce 2. lige sonra 1. lige çıkarmıştır ki bu tarihte bir kez olmuş bir şeydir. Böyle düşünerek kadro kuran takımlar sonunda  A takıma bir oyuncu bile çıkaramıyor. Ama şimdi gördüğüm kadarıyla fizikleri uygun olmayan ancak kazanmayı bilen bazı oyuncular ortaya çıkacaktır. Bu konuda su yolunu buldu diyebilirim.

Eski Yugoslavya altyapısının farkı nedir?

Bu soruyu 30-40 sene öncede soruyorlardı. Yugoslavya modelini Türkiye'de  ilk defa ve resmen Nihat İziç  uygulatmaya başladı. Orada ki antreman tarzı ve çalışma şekillerinin aynısı Türkiye'ye getirdi. Artık birçok kulübümüzde bunlar uygulanıyor. Ama önemli olan bu modelin veya antrenman şekillerinin gelmesi  değil, önemli olan oyuncuların ve antrenörlerin vizyonları . Eskiden bunları konuştuğumuz zaman ne Hidayet Türkoğlu vardı, ne de Mehmet Okur. O zamanlar rol modelimiz yoktu. Artık bizde de rol modeller ortaya çıkmaya başladı. Eski Yugoslav modelini böylelikle yakalayacağız. Ama antrenörlerin ve yöneticilerin vizyonu her şeyden daha önemli bu konuda halen gelişme gösteremedik bu nedenle takımlarımız patlama yapamıyor. Türk oyuncularının artık NBA hedefleri olduğu için en azından bireysel olarak bu konuda sorunumuz kalmadı..

Milli takımlarda da görev yapmış biri olarak Dünya şampiyonası 2010'da Türk Milli Takımımızın madalya şansını nasıl görüyorsunuz?

Bir kere her şeyden önce Dünya Şampiyonası Türkiye'de yapılacağı için müthiş bir heyecan duyuyorum. O maçlara gidip seyretmek, orada bulunmak, dünya yıldızlarının maçlarını izlemek çok güzel bir şey. Bizler çok kolay motive oluyoruz ama aynı zamanda çok çabuk yıkılıyoruz. Bu nedenle A milli takımımızın, turnuvaya iyi bir başlangıç yaptığı takdirde sonunu da iyi getireceğine inanıyorum. Daha önce bir altıncılığımız olduğu için, aynı dereceyi  tekrarlamamızın başarı olacağını düşünüyorum. Bu başarı içinde herkesin elinden gelenin en iyisini yapması gerekiyor.

Son olarak gelecekle ilgili hedefleriniz nelerdir?
İnsan, belirli bir yaşa geldikten sonra hayat felsefesini oluşturuyor. Basketbolu çok seviyorum ve hayatımın sonuna kadar bu oyunun bir parçası olmak istiyorum. Bunu yapan antrenör ağabeylerim de var. Yalçın Granit, Cavit Altunay, Batur Alp , Önder Seden, onlar halen bir şekilde basketbolun içindeler. Açıkçası onlara gıpta ediyorum, umarım bende o yaşlara geldiğimde basketbolun içinde kalmayı başarabilirim. Kısa vadede ise, fikirlerimle örtüşen ,vizyonu olan herhangi bir organizasyondan teklif alırsam antrenörlük yaparım. Bu organizasyonun, bayan, erkek, altyapı ,üst yapı 2. lig veya  1. lig olması, benim için hiç fark etmez, önemli olan bu işi düzgün olarak yapabileceğim  bir ortam olması. Zaten bugüne kadar iki, üç yerden ayrıldım. Ayrılma nedenim de,basketbolla yeni tanışmış  yöneticilerin işime karışmasıydı. Benim anlayışıma göre yaptığınız işten zevk alamadığınız zaman, o işe devam etmenin de pek bir anlamı kalmıyor.

Sayfa Yükleniyor...